Fil Yorgunluğu

iş bu sözleşme ile potansiyelinizin kısıtlı olmasına bakmaksızın yazma,çizme hususundaki ısrarlarınızı görüp, bunu nüktedanlığın sınırlarına vurarak hem acıma hem saygıyla karşılayıp-yedim ama beğenmedim- akabinde gösterrmiş olduğunuz çabalardan ötürü ve/veya ornitorenklerin evcilleştirilmesi hususundaki çabalarınıza istinaden, yetkin bir mühendis olma yolundaki çablarınızı hoşgörüyor ama yazmanın çizmenin size bir arpa boyu kadar yarar sağlamayacağı TC 1545 sayılı kanun hükmünde kararnamesiyle belirlenmiş olup, gereğinin yine şahsın kendi tarafından yapılması uygun görülmüştür.

İmza
Devletlü Padişahım Çok Yaşa Kayı Boyu

Paraf
Bat dünya bat. Şarkısı kaldı yarıda, aklı kaldı karıda. Sebep olanın ocağı batsın.
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Feridem, kal sen sonra gelirsin…

28 Ocak 2009 Çarşamba







Güzel kokular geliyor burnuma. Karanlık, göremiyorum. Kırçiçeği gibi çok daha aristokrat, elit bir havası var. Sanki özellikle belli bir zümre için açıyormuşçasına. Başımı döndürüyor, sarhoş gibiyim ama aynı zamanda ayık gibi. Çakırkeyfim diyeceğim, gülecek herkes o olacak. Zifiri karanlık ama korkmuyorum. İlk kez karanlık korkutmuyor beni, şapkam olsa çıkarırdım; melon şapka.
Siyah-beyaz bir melodi geliyor az biraz kulağıma, ağıt gibi ama değil aynı zamanda. Gülümsetiyor, buruk biraz, iç geçirmeye müsait. Anlam veremiyorum. Biraz aydınlandı gibi etrafım. Yine de göremiyorum açık seçik her şeyi. Perde mi indi nedir gözlerime? Zamanıydı zaten, ihtiyarların gözlerine perde inip herkese “Sen mi geldin yavrum?” dedikleri zaman geldi sanırım. Olsun varsın,napalım? Hem yanımda Feride var. O anlatır bana her şeyi. Sahi Feridem nerde? Bak şimdi canım sıkıldı. Niye yalnız bıraktı ki bu ihtiyar beni? Torun tombalak gelince unutuyor bizi. Sanki torunları vardı 60 yıl yanında, peh. Neyse hatırlar herhalde bi’ ara, ihtiyar tabi unutuyor.
Sanırım yavaş yavaş anlıyorum. Şekiller belirginleşiyor, ağırdan satıyorlar ama bana sökmez. Rüya gibi bi’ şey olsa gerek, yavaştan uyanıyorum,yani sanırım.
20 dakikadır aynı yerde yatıyorum. Hiç bana uygun değil. Kurt var benim kıçımda, sağa sola dönmeden duramam. Lakin 20 dakikadır put gibi sabitim. Felç mi indi lan yoksa? Aha tırsmaya başladım.
Terliyorum, yani en azından öyle hissediyorum. Stres altındayım. Felç riski canımı sıkıyor. Tamam biraz! yaşlıyım belki lakin çimler hala yeşil, dayanamam yataklara düşmeye. Ölürüm daha iyi. Feride nerde yahu? Nerdesin be kadın? Ömrümü yedi ander karı? Yok hayatım yok, şaka yaptım, bulamadım seni ondan. İyi de nerdesin be Feridem?
Feride demişken hakkını yemiyeyim hatunun. O olmasa tutunamazdım hayata, esaslı hatundur. Ormanda 10 kaplan gücündedir ki ben bunları aklımdan geçirirken yine bir şeyler yapıyodur benle ilgili psişik karı. Seviyorum ulan seni, Allahsız! Ahhh! N’oluyor? Kim lan o? Birisinin vurup kaçtığına yemin edebilirim. Feride sen misin? Ne dedim ki ben şimdi? Hayır şiddete ne gerek var. Yakışıyor mu koca koca insanlara. Feride vuran sensen eğer kırdın kalbimi. Orda mısın? Feride nerdesin, ağlatıcan kocaman ihtiyarı…
Neyse çıkar bi’ yerden. Bu kadın var ya bu kadın, başka bi kadın ağalar. Farklı yani diğer kadınlar gibi değil. Psişik, ruhani güçleri var.Nasıl mı? Şöyle ki; ben meğersem 20 dakikadır boşuna hareketsiz yatıyomuşum. Niye? Çünkü işkembeden hareket edeyim ben diyince olmuyor bu işler. Hareket için icraat lazım. Feridemin sayesinde istedim ve oynattım parmaklarımı. Çok da kolay oldu. Hıyarlığıma doymayayım. Feride çok seviyorum seni çok.
Hareket edebiliyordum hatta sanki o 100 kilo göbekli adam gitmiş yerine tüy siklet bi’ çocuk gelmiş. Sevdim bu işi. Ortalık iyice aydınlanmıştı artık. Kalkıp iyice bakmak istedim çevremde olan bitene, kalktım… Tahta hacimli bir şeyin üzerinde oturuyordum. Lakin ne olduğu pek ilgimi çekmedi. Müziğin sesi belirgindi artık. Doğru algılamıştım; ikili bir etkisi vardı. Hem melankolik hem de buruk da olsa gülümsetici cinsten, ortaya karışık çoban salatası gibi. Olsa da yesek. Ferideee! Nerdesin? Karnım acıktı. Bulayım bari Feridemi, salata yapsın. Çok ihmal etti beni.
Oturduğum tahtaya abandım, kalktım ayağa… Biraz uzun sürdü bu doğrulma işi. Kalktım, yürüdüm ama değişikti doğrusu. Yere değmiyordu ayaklarım. Rüya görüyordum sanırım hala. İyi de uyanıktım ki ben. Anlam veremiyorum. Garip! Müziğin sesi giderek yaklaşıyordu. Müzik mi bana, ben mi müziğe doğru yaklaşıyorum orasını bilmiyorum lakin hoşuma gidiyordu melodi. Dikkatimi dağıtmamam lazım, Feride belki beni bekliyordur. Hem karnımda acıktı. Havadaydım ama adım atabiliyordum. Altımda taaa aşağıda ufak siyah cisimcikler hareket ediyordu. Uzun bir çizgiyi andırıyorlardı. Sanki beraber hareket ediyorduk. Ben adım atıyordum onlar karşılık veriyordu. Onların adımını benim ki takip ediyordu. Gülümsedim, aklıma ortaokulda okulun bahçesinde ikişer ikişer yürüyen kızlar geldi. Biri sağ adımını atarsa diğeri de aynısını yapmak zorundaydı. Gizli bir armoni söz konusuydu, bilinç altına kazınmış. Sonra kendi halimi hatırladım; Bond çantamı, çizgilere basmamak için helak olan, bunu gören kızların ağzına her daim sakız olmuş ben. Ferideyle tanışmamıştım o sıralar. İyi ki tanışmamışım. Neme lazım ya erken bıksaydım ondan? Napardım onsuz ben? Nerdesin be Feride? Yıllar ne çabuk geçmiş. Ağlamak istedim, nıt(dille üst damağın arasından çıkan ses,bir nevi cık) serde erkeklik var ağlayamam. Orhan Veli geldi birden aklıma, Ezginin Günlüğü, Nazım, Ferideme adadığım şarkılar, seni düşünmek güzel şey Feridem. Salladım elimi, kovdum olmayan sinekleri. Feride böyle görmesin, şımarmasın. Huysuz ihtiyar oyununa devam etmeli. Yoksa nazım geçmiyor kadına. Salata istiyorum Feride. Nerdesin yahu kadın?

Müzik çok daha yaklaştı sanki. Yanımda hatta beynimin içinde çalıyorlarmış gibi. Baktım etrafıma arandım, tarandım. Bulmam lazım, kaldırdım kafamı bir de ne göreyim; benim gibi iki kişi daha var. İki karış yukardan takip ediyorlardı sanki beni. İkisi de birbirine benziyor. Pür-ü pak giyinmiş biri beyazlar içinde, diğeri deniz mavilerine bürünmüş denize vuran güneş misali gözümü alıyor. Kadın çizgileri vardı suratlarında, bu muhteşemlik bir erkeğe nasip olmamalıydı zaten. Sanırım anladım ne olduğunu, gerçekten rüya görüyordum. Melekti ki bunlar. Başka bir yaratık olmalarına imkan yoktu, bu kusursuzluğun örneği olamaz. Çok rüya görürdüm zati, bunlara bir diğeri eklendi sanırım. Maviler içinde ki solunda duran diğerine döndü, gülümsedi- ne güzel herkes mutlu diye geçti kafamdan. Sonra müzik değişti, itiraz edercesine bir hal aldı, sanki başka türlü bir şey olduğunu anlatmak istiyordu. Ayak diriyordu, yanılıyorsun diyordu. Anlam veremedim. Kafam karıştı. Sonra deniz mavisi olana takıldı gözlerim, elleriyle bazı hareketler yapıyordu. İşaret diliydi bu! Konuşamıyordu! Nasıl olur? Bir meleğin kusuru olur mu hiç? Ben bunları düşünürken ağzı kulaklarına vardı, işaret dilini kullanıp inatla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu bana. Anlamamakta ki ısrarım ise sürüyordu. İyi de ben bu dilden anlamam ki. Bu sefer ikisi birden gülümsedi. Müziğin şiddeti arttı, ellerin dansı daha ritmik bir şekle büründü. Sanırım anlıyordum; ikisini birbirinden ayırıp anlamaya çalışmak yararsızdı. Bir bütün olarak düşünmem gerekiyordu, e düşündüm bende… Birkaç dakika sürmedi ki her şey yerli yerine oturdu. Anlatmak istediklerini anladım. Kelimeleri peşi sıra dizdiler, paragraflarca konuşmuşlardı. Ama ben özet geçicem: Yolculuktan bahsediyorlardı, çıkılması gereken bir yolculuk. Patika dediler, görülmesi gereken, görmen gereken yerler var dediler. Mutluluk, çok mutlu olacaksın dediler. Ne zaman? diye sordum. Güldüler, çok hem de, ne kadar sürdüğünü bilmiyorum ama ziyadesiyle hoşuma gitti. Ben de eşlik ettim onların kahkahalarına. Gerçi biri sadece gülümseyebiliyordu, kahkaha atma yetisi alınmıştı elinden. Diğeri ise gülünce müziğin şiddeti katlanıyordu, rahatsız etmiyordu. Bilakis katmerli bir hal alıyordu insanı kaplayan mutluluk. Yani kısacası kahkaha atabilen bir tek ben vardım. Ben bunları düşünürken iyice ayyuka çıktı kahkahaları. Sanırım benimle alay ediyorlardı. Olsun varsın, alay etsinler. Ben mutluyum ya gerisi boş. Ah bi’ de Feride yanımda olsa…
Uyandım, gülüyordum. Huyum değildir, uykuda güldüğüme şahit olduğunu sanmıyorum Feridenin. Neyse, rahat uyumuşum demek ki, oh mis. Karnım acıkmış, Ferideme bakındım. Karşımda durmuş bana bakıyordu. Konuşmadık, öylece ben ona baktım, o bana. Dakikalarca bakıştık. Garip bir huzur kapladı içimi, eminim aynı duygular Feridemi de sarmıştır, şükrettim Tanrıya. Sonra ayaklanmaya hazırlandım. Feride seslendi “ Elindeki nedir, bey?” Yumruğumu sıkmışım yatarken ki huyum değildir. Garip bir gece olmuş doğrusu. Açtım, parmaklarım boğum boğum olmuş, kandan kıpkırmızı, patlıyacaklar sanki. Avucumun içindekine baktım, seçemedim önce, çapaklı gözlerim izin vermedi. İyice odakladım gözlerimi,belirdi nesne; sipsi. Parmak kadar sipsi avucumun içinde yatıyordu, terden ıslanmıştı. Güldüm elbette, yolculuk ne zamandı acaba? Feridem gelmesin ama bu sefer. Tamamen yalnız bıraksın beni. Kıyamam ki ben ona..

Read more...

Kutu

1 Ocak 2008 Salı

Kusmayı hiç bu kadar arzulamamıştım. İçimde ne var ne yok gitsin istiyorum; iç organlarım, kalbim, böbreğim, dalağım, ağırlık yapan ne varsa, bana ait yüzler, maskeler, içimi kim dolduruyorsa bıraksın,gitsin. Kuklamı yine ben oynatayım,dokunmasın kimse, çekmesin iskele-sancak, silkelemesin...

Ciddiyim,içimdeki civaya benzer ağırlık yok olup gitmeli, kör karanlığın albenisi gayet hoş, belki o zaman kısmen de olsa hissedebilirim rüzgarı. Aerodinamiği bilmek değil, yaşamak istiyorum. Kanatlanıp uçup,milimetrik hareketlere müdahil,sortilere sebep olmayı...

Şimdi ne varsa yok olsun bana dair, miligramlarla yaşamanın angaryasını kusup hafiflemek; neysem o olmak. Mütemadiyen dönmek, aynı anda hem mevlevi hem de sefa pezevengi olmak istiyorum. Azad edilmek vücud-u beşerden, parmak uçlarımda salınmak, yüzmek istiyorum. Sihirli lambam olsun, içinde minicik cinler ardınsıra sorsun üç dileğimi. Hep aynı cevabı vermeyi; " Tüm dileklerim gerçek olsa ya..." Burun kıvıran cinlere iki şamar patlatıp "Sus lan! Terbiyesiz, I am master of puppets" diyeyim, el pençe divan dursunlar otuz iki kısım tekmili birden. Dilek ve isteklerimi yerine getirmekiçin form uzatsınlar, bir diğeri dilek ve şikayet kutusunu taşısın, sadece ayakları gözüksün; yürüyen dilekler... İnceden patlatayım kahkahayı ama su koyvermeden, aşırıya kaçıp rencide etmemek lazım sebi-sübyanları. Birden yazı dili değişsin, saçma sapan bir hal alsın metin. "Kusmanın da uslubu mu olur?" serzenişlerine kulak kabartıp aynı zamanla serçe parmağım-lan mesh eder gibi tıkıyorum kulağımı ki duymamalı hiçbir şey. İlk dileğimi yazıyorum, yazarken de okuyorum dilekçenin muhteviyatını. Yukarıda ortada "Sihirli Lamba İstek ve Arzu Kontrol Departmanı Daire Başkanlığına" yazıyor. Gülüyorum, iki gün önce istifa mektubunu yazmış bir adam için ne kadar trajikomik bir tablodur tanık olduğum. Yalnız tanık değil, aslında tanık doğru nitelendirme değil. Müdahildim ben, birinci tekil?

İstek formu demiştim ama daha çok dilekçe formatı vardı kağıtta. Kağıtta değildi ya zaten yazdığım; parşömen ve papirüsden lakayıt bir kolaj. Yazdım... Kalem benim elime tutuşturulmuştu lakin yazan ben değildim, yani sanırım. Cinlerin en küçüğü ayaklarımın dibine uzanmış uyukluyordu, en azından öyle görünüyordu. Kimse uyurken gülümsemez ki. Ya bebekler?.. Ayaklarıma gözüm ilişti,çıplaktı. Çoraplarımı yastık yapmıştı ufaklık, tek eli sağ ayak başparmağımı çekiştiriyor, sol eliyle ise sanki bir şeyler karalıyordu. Sol elin raksına dikkat kesilince kimin katip olduğunu anladım. Dilek bana aitti ama bunu üst makamlara iletmek için gerekeni bana yaptırmıyorlardı. Güldüm, anlık rehavetin ardından ki Asım Can Gündüz'ü canlı izlemiş gibi şendim. Devam ettim yazmaya, aslında ufaklık devam etti. Kıkırdadı başlamadan önce, iki satır karaladı ki uyandı tavşan uykusundan. Bu sefer gülme sırası bendeydi, daha doğrusu kıkırdama. Taklit etmeye çalışıyordum lakin ince perdeden sesler sorun teşkil ediyordu keza ne eğitimim ne de yeteneğim vardı. Anladı sorunumuzu, gülümsedi ses çıkarmadan. Artık o beni taklit ediyordu, eşlik ettim. Birden etrafıma bakınma ihtiyacı hissettim ki yine kendi irademle alakası olmayan kararlar veriyordum, ufaklık yaptırıyordu, emindim. İrili ufaklı tüm cinler birbirini taklit ediyordu, ben de onları. O anda kim varsa orada -ki mekan kavramından bihaberdim- cin, peri, melek vs herkesin ağzı kulaklarına mandalla tutuşturulmuştu sanki. Küçük dilleri görebiliyordum; 1, 2, 4, 8, 15 en son 30'u gördüm ve pes ettim. Hem cinlerin küçük dili olur mu hiç? Peki benim saydığım neydi? Dikkat kesildim,baktım,göremedim. Canım sıkıldı,miyoptum ama kör değil. Elimi cebime attım, neden diye sormayın çünkü bilmiyorum, muhtemelen ufaklığın parmağı var keza hala sağ ayak başparmağımı çekiştiriyordu. Plastik,düzgün,kavisli... Çıkardım elimi cebimden; büyüteç. Bıraktı parmağımı ufaklık, gözlerini pörtletti, açtı ağzını sonuna kadar. "Al işte sana küçük dil" der gibi çemkirdi suratıma, mimikten soyutlayıp yaptı herşeyi. İçime oturdu, üzüldüm, uzattım büyüteci,baktım ta derinlere, buldum. Bir buçuk milimetre civarındaydı boyu,yere çömelmiş birini bekliyor gibi bir hali vardı ki muhtemelen o şahsiyet bendim sanırım. Yanında neredeyse boyu kadar bir kutu vardı. Times New Roman, bilmem kaç puntolu "Dilek ve Şikayet Kutusu" yazıyordu üstünde. Geldiğimi görünce telaşlandı, bir elini yere diğerini dizine atıp doğruldu, silkeledi üstünü. "Nerede kaldın yahu ihtiyar!" dedi. Demedi aslında, kaşlarında ki çatıklıktan anladım. Cevap veremedim,utandım. "Ben seni küçük dil sandım" diyemedim. "Ufaklığın ufaklığıyım ben" dedi,yani demedi de yine ben leb demeden leblebi beklentisini çıkarıverdim. Dört dörtlük;4/4... Sağına döndü, kutuyu iteklemeye başladı, önüme kadar sürükledi, doğruldu. Baktı suratıma, gülümsedi; "Al o vakit ilk dileğin, hayrını gör ihtiyar!" demedi. Aldım kutuyu, sağını solunu yokladım. Anahtarları üstünde ama kilitliydi. İnce ahşap bir işleme vardı üzerinde, sağ alt köşesine kelebek şekli verilmişti ama anlaşılmıyordu doğrusu. Post-modern ahşap işlemesine ilk kez tanık oluyordum. Kelebeğin işlendiği sağ alt köşeden dikey doğrultuda sarmaşıklar işlenmişti; dikensiz, zararsız. Sarmaşın sağından solundan leylaklar dökülüyordu. Su damlasını andırıyorlardı ama pek hoşuma gittiğini söyleyemem. Sarmaşığın filiz verdiği sağ üst köşede ise henüz kozasını tamamlamamış ezgin bir tırtıl işlenmişti. Tersten örmeye başlamıştı kozasını ki sıkışıp kalmış, U şeklini almıştı. İçin için kendini yiyor, debelenip,kurtulmaya çalışıyordu ama pek bi' faydasızdı çabası. Ömür boyu orada kalacaktı. Metamorfozu imkansızdı artık. İmkansızı düşlemek ne kadar yorar insanı? Samsa görse ne ah ederdi...

Kilidi açmaya niyetlendim, kavradım anahtarı lakin açmadım kutuyu. Saçma olan bir şey vardı ortada. Bir anahtara karşılık üç tane anahtarlık vardı. Anahtarlar yekpare birbirine bağlıydı; Eyfel ve Pisa Kulesi, İspanya Kralı Bilmem Kaçıncı Juan Carlos'un kellesinin bulunduğu kabartma. Tam tersi olmalıydı; üç anahtar, bir anahtarlık. Angaryadan amma da hoşlanıyordu bu ufak yaratıklar. Üzerinde durmadım, aslolan ben, benim dileğimdi. Son kez kelebeğe bir bakış attıktan sonra çevirdim anahtarı...

Ve açıldı kutu... Hafif bir aydınlanmanın peşi sıra gelen sınır çizgisi belirsiz karanlık... Çekindim lakin uzattım elimi karanlığa, önce hiç, sonra kağıda benzer bir cisim geldi elime, kavradım çektim dışarı. Açtım kıvrımlarını, saman kağıdıydı, yer yer deforme olmuştu ama yazı yeterince okunaklıydı,okudum; "Sihirli Lamba İstek ve Arzu Kontrol Departmanı Daire Başkanlığına" , güldüm. Kim bilir hangi "keşkecinin" dedim içimden. Tam buruşturup yere atıyordum ki zavallının dileği neymiş bi' bakayım dedim ya bakmaz olaydım. Okudum, dakikalarca okudum, defalarca okudum. Tanıdık cümlelerdi, her kelimesi, noktası, virgülü aşinaydı. Kelimelerin dizilişi, nokta ve virgüllerin lokasyonu, tanıdıktı hepsi, defalarca okumuştum sanki. Yazanın kim olduğunu ve ne zaman yazıldığını biliyordum. Birinci tekildim ki ben...

İlk şoku atlattıktan, kağıdı ütüleyip, dosyalıktan sonra attım elimi tekrar karanlığa,aradım,taradım bir süre. Buldum,bir tane de değildi üstelik. Diğer elimi de daldırdım karanlığa, avuçladım buruşuk kağıt toplarını, çektim kendi kıta sahanlığıma. Açtım, okudum, iç geçirdim, ağladım... Ütüleyip, dosyalamak; oldum olası kaçamadım angaryadan. Mütemadiyen tekrarladım aynı rutini, ütünün suyu bitti, gözyaşlarım buhar oldu kağıtlara. Sonsuz değillerdi lakin...

Gözlerim kurudu, şeffaf dosyalarm bitti ya ben de tükendim. Sağıma soluma bakındım, dosyaların arasında sıkışıp kalmışım. Önümde ki kutu ise iyice büyümüş, insan boyutlarını zorluyordu artık. Son kez daldırdım elimi, arandım, bulamadım. Yetmedi sağ elim de eşlik etti, arandım, hiç! Yoktu hiçbir şey. Çektim ellerimi, gözlerim kan çanağı oldu, ellerim mütemadiyen titremekte. Lanet saydım miligramlara. 500,750,1000... Tuttum nefesimi, ellerimin titremesi geçti bir süreliğine, sonra belirdi yaşlar gözümde, attım kendimi içeri...

Düşüyordum kör karanlığa demek isterdim lakin o klişe gerçekleşmedi. Gayet yürüyordum zifiri karanlıkta. Dördüncü boyuttan soyutlanmıştı sanırım kutu, ne kadar zaman orada kaldım ve yürüdüm, bilmiyorum. Bir süre sonra sağa yöneldim, sebebi derinden gelen mekanik bir sesti. Yürüdüm, kulak kabarttım. Deklanşör sesine benziyordu. Adımlarım hızlandı. Sarhoş değildim halbuki, hiç bu kadar hızlı yürüdüğümü hatırlamıyorum. Koşmaya çalıştım, vazgeçtim sonra; klişelerden cidden hazetmem. Zifiri karanlık kaybolmaya başladı, ince bir aydınlık hakim oldu kutuya, bakındım etrafa. Sonu görünmeyen bir koridordu yürüdüğüm -al buyur; klişe. Sağda solda harfler asılıydı duvarlara, düzensizdi lakin. Yürüdüm, ses mütemadiyen devam ediyordu ki deklanşör sesi olduğuna emindim. Bi' vakit sonra sol taraftaki harfler yokoluverdi ve yerini notalara bıraktı; minör, alçalan, yükselen seriler, anahtarlar vs. Gayrı ihtiyari sola yaklaştım, uzattım kıkırdağı, dinledim. Tanıdık bir ses yine tanıdık bir şarkı mırıldanıyordu. Çözemedim, iyice yanaşdım duvara, ince do'nun yanına demir attım kepçeyi ve dinledim. Evreka! Şarkının ne olduğunu ve neler anlattığını algılayabiliyordum lakin isimlendirmek, kelimlere dökmek imkansızdı. Yükseldim, yürümüyordum artık, parmak uçlarım bilmem kaç santim havada yüzüyordum adeta. Güldüm ama kısa sürdü bu gülümseme. Şarkının sadece tek kelimesi kalmıştı aklımda; " simplicity". Gülemedim, ağlamadım da, durdum öylece, bekledim... Sonra silkindim, yere inmeye çalıştım, olmadı. Bekledim dakikalarca. Nefes almak o kadar zordu ki, çarpıntım başladı; güm güm güm. Kalp çarpıntısı için ne lakayıt bir efekt. Ölmek üzeresin halbuki... Derken deklanşörün sesi sarstı bedenimi, ciğerlerim patlarcasına çektim havayı içime, alveoller bayram etmiştir.

Hala havadaydım, yere deymiyordu ayaklarım. Sol duvardan destek aldım, ittim kendimi boşluğa doğru. Fazla itmişim, sağ duvarda asılı M' ye tosladım. Fazla acı hissettiğimi söyleyemem lakin dikkatimin sağa meylettiği bir gerçek. Bu sefer seslerin kaynağı sağ duvardı. Yanaştım, kulağımı M' nin yanına soteledim ve dinledim. Sesler tanıdıktı elbette ama yine de bir gariplik vardı. İnsanı andırmıyordu konuşan, ne dediğini anlıyordum ama bunu nasıl yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yok. Derken tüm söylenenler arasından sadece bir kelimeyi seçebildim; " elma" ve ardından taş zemini döverek uzaklaşan sekiz ayağın ritmik ve aceleci sesi. Halbuki konuşan yalnızdı...

Dikkatimi koridorun sonuna çeken yine deklanşörün mekanik sesi oldu. Bu sefer daha temkinli davranıp, duvardan kontrollüce destek alarak salınıverdim koridor boyunca ve bir an sonra havada adım atarken buldum kendimi. Deklanşörün sesi giderek daha yakından gelmeye başladı ve ben iyice hızlandım. Koridorda ışık vardı ama nedense etraf bir türlü siyah-beyaz fotoğraf atmosferinden kurtulamıyordu. Tanıdık gibiydi, aynı zamanda hayatımda ilk kez bakıyordum o kareye.

Son gelen ses çok yakından gelmişti ama ben devam ettim, yürüdüm. Yürüdüm ta ki ses arkamda kalana dek. Sol arkamdan geldi sonuncusu, döndüm ki bu kolay olmadı; malum insan her vakit astronot deneyimi yaşayamıyor. Devam ettim yürümeye, tekrar geldi aynı ses. Kaldırdım kafamı, baktım soldaki açıklığa. Es vermişti duvar, ses tekrar geldi, attım kendimi içeri. On metrekare var yoktu oda, bakındım sağa sola. Girişin tam karşısında tahta bir sandalyenin üzerinde oturmaktan ziyade dizlerini karnına çekip tünemiş, çenesi dizlerinde alttan alttan beni süzen ne çok yaşlı ne de çok genç bir kadın vardı ki önünde masada duran daktilo ile beraber arzuhalciye benziyordu. Nasıl? "Bu yaşta, üstelik kadın arzuhalci mi olur yahu?" dedim içimden, öyle ya arzuhalci dediğin emekli olur, dede olur. Duymuş, gülümsedi. "Geç kaldın yine" dedi, daha doğrusu konuşmadı ama ben anlarım. Cevap veremedim. Sustum, bakındım etrafa. Oda kitap ve taş plaklarla doluydu. Neredeyse hepsi mum eriyiklerine bulanmıştı. Tozlanmasınlar diye özellikle örtülmüştü sanki. "Çok güzel" diye iç geçirmiştim ki " Senin eserin..." dedi, anlayamadım. Üstelercesine bakışlarını sertleştirdi. Paragraflarca konuşmuştu iki saniye boyunca. Anladım... Neden orada olduğumu? Duvarların ne anlam içerdiğini? Es veren duvarları, o odanın benim için neler betimlediğini? Ve arzuhalcinin kim olduğunu?

Yaklaştım masaya, iki elini yumruk yapıp bana uzattı. Ellerinin ne ihtiva ettiğini biliyordum ama yapamadım, tutamadım ellerini, gözlerimi kapadım ve bekledim kaybolur umuduyla. Zaman? Çok mu önemi vardı ? Sonsuza kadar öyle kalabilirdim, yeter ki kaybolsun. Kendime getiren yine lanet deklanşördü. Açtım gözlerimi, ışığa alışmak biraz güç oldu. Karşımda öylece duruyordu, milim hareket etmemiş, konumunu değiştirmemişti. Tek değişiklik masanın önünde duran kağıtların artık ıslak olmasıydı ki ağlamıştı. Kötü hissettim kendimi. Kendini suçlarcasına bakıyordu bana, kafamı salladım "hayır, asla" demek istedim, olmadı. Daha da yaklaştım uzattım ellerimi, dokundum. Dokunur dokunmaz sendeledim. İlacımı almamıştım sanırım. Küfrettim, sövüp saydım kendime. Bakışları değişti, şevkat taşıyordu artık. Zayıflığımın farkına varmıştı ya korktuğum da buydu. Önemli değil gibilerinden salladım başımı, tekrar uzattım ellerimi. Elindeki buruşuk kağıdı turuşturdu, çok üzgünüm dercesine başını salladı. Aldım, kıvrımlarını düzelttim ve okudum; "...Bilmem Ne Daire Başkanlığına"

Konuşmak istedim, önce olmadı konuşturmadı beni. Sonra zorlanarak, sıtma vurmuş gibi titrercesine çıktı, döküldü kelimeler; " Bana bir şans tanı...", dört kelime, sadece dört kelimelik bir istek, ne kadar basit ve ne kadar zor. Öylece baktım zekanın somutlaşmış haline ve elbette ki konuşamadım. Elimi cebime attım ve mum eriyikleriyle kaplı cisimciği çıkardım; matruşkası içinde. Uzattım tuttum elini, ufak bir titreme nöbetinin ardından bıraktım avucuna ve uzaklaştım.

Yap-boz tamamlanmıştı artık. Elimde son buruşuk kağıt koşar adım çıktım, her yer ışık!.. Kilitledim kutuyu, anahtarları üstündeki aralıktan içeri attım. Yere düşüp çıkaracağı sesi bekledim, dua ettim uzaklaşıp, kaybolmasın diye. Sesi bekledim, ses yok! Kustum...

Read more...

DİYET(Son Nefes)

29 Aralık 2007 Cumartesi



Ayçiçeklerinin arasından sızıyordu güneş ki batmaya meyletmişti, derin bir nefesin ardından ufka baktı adam upuzun yolu kesti, nasıl bitecek diye düşündü, yorgundu üstelik. Ah bir bitse şu angarya. 2 yıldır görmemişti ailesini. Özlemişti aslında ama yol gözünde büyüdükçe büyüyordu. Güneş rahatsız etmiyordu artık, tatlı bir mayhoşluk hakim oldu üzerine, kafasını salladı, irkildi. Araba kullanırken tehlikeli olabilirdi bu rehavet. Yola baktı yılan gibi kıvrılıyordu önünde, annesini düşündü akabinde ise annesinin küçükken ona anlattığı "Yılanların öcü" filmi geldi aklına, güldü. Komikti çünkü; Kadir inanırın acayip Orta Anadolu aksanı takıldı aklına, tekrar güldü, sonra gözleri kapanır gibi oldu, başını salladı, kendine gelmesi gerekiyordu… Annesi kapının eşiğinde durmuş onu çağırıyordu, terlememesini, babasının elikulağında geleceğini söylüyordu... Ne babası diye düşündü, babamlar Aydında değil miydi?..

Uyandığında araba ağaca çarpmıştı, önemsizdi lakin. Uyumuştu, ne kadar bilinçsiz kaldığından bihaberdi, kurtulmaya başardı kolayca çıktı araçtan. Bakındı etrafına, yerde kanlar arasında yatan adamı gördü, irkildi birden, yaptığı şeyi düşündü- kısa sürdü lakin bu- bakındı etrafına arabaya atladığı gibi kökledi gazı tam yol devam etti. O yola devam ederken arkasından bakanı fark etmemişti, gülümsedi adam, üzerindeki tozu toprağı dövdü, mendilini çıkardı başını sildi, "Borçlandın bana" dedi ve yürümeye başladı...

Tarık Akan misali uzun ince bir yolda ilerlemekteydi, yabancının Taner Birsel olması da başlı başına kaygı vericiydi zaten. Fikrimin ince gülü gibi yolda kayıyordu adeta araba, sağ ön lastik üstündeki ezik hiç rahatsız etmiyordu. Evet görünüşü biraz kötü olabilir ama yılan gibiydi araba işte kıvrılıyordu yollarda, sarı Mercedes misali… Eve vardığında annesi karşıladı, fark etmişti bir sorun olduğunu, sezmişti, Ne annesi sordu ne olduğunu ne de o anlattı. Babası da anlamıştı bir şeylerin ters gittiğini ama önce temiz bir azar çekmesi lazımdı oğluna; nerdeydi 2 yıldır? Ana babasını hiç mi özlemiyordu? Babasının sesi o kadar puslu geliyordu ki kulağa her göğsü inip kalktığında derin, son bir nefes alıyordu sanki… Fazla durulmadı üstünde oğlanın halinin kötülüğünden, erken yatıldı, köy yeriydi orası, sabahı akşamı belliydi, ezanla kalkıp ezanla yatılırdı.
Zifiri karanlık, elektrik direkleri kerhane lambalarını anımsatıyordu, kendisine hayrı yoktu ki başkasına olsun, tek eksiği renksiz oluşuydu o da olsa, Zürafa'dan farkı kalmıcaktı köyün. Güldü düşündüklerine, derin bir nefes çekti ve uykuya daldı, ama yanlış zamandı uyku için. Uyumamalıydı, bugün olmaz, bir kazaya sebep olmuştu, belki de bir ölüme. Ne kadar insafsız olduğundan dem vurdu kendi kendine, ikiyüzlülük yapıyordu aslında, bi' nevi diyet ödüyordu. Kendine kızarak üstesinden geleceğini zannediyordu. Yanıldığını o da biliyordu ama itiraf edemiyordu kendine. Ta ki yanılgının kendisi pencerenin kenarında ki somyada şekil bulana değin.

...İrkildi, odasında bir yabancı hem de bu saatte, önce babası sanmıştı, sonra komşu dayı… Saçma olduğunu düşünüp kafasını salladı, gözlerini ovuşturdu. Hala ordaydı, kanlı canlı, dışarı bakıyordu. “Kerhane lambasına benzemiyor mu sence de? Zaten hepsi birbirine benzer, loş ışık hafif titrer ki fahişelerin kusurları daha az belli olsun” dedi. Yabancı hala dışarı bakıyordu, istifini bozmadan ekledi “Aslına bakarsan ezanla yatıp kalkmak hem insanın işine geliyor hem de gücüne gidiyor, ama şimdilik bu konuya gireceğimi sanmıyorum…” yabancı konuşurken gıkını çıkartamamıştı, garip ama rahatsızlık da duymamıştı onun varlığından, sadece dinlemişti. Kim olduğunu merak ediyor ama soru sormaya cesaret edemiyordu. Onun yerine yabancı bu merakını giderdi “Borçlusun bana… Bugün, yapmaman gerekeni yaptın ve bana borçlandın…”İşte o anda şimşekler çakıverdi aniden, anlamıştı kim olduğunu, birden kuruyuverdi boğazı, konuşmak o kadar zor hale gelmişti ki karabasan misali kelimeler tıkıyor, mengene gibi sıkıyordu gırtlağını. "Ama..." diyebildi sadece, başka bir kelime çıkmadı ağzından zaten yabancı da pek konuşturmaya meyilli değildi onu.”Borçlusun bana, diyeti ödemen gerek…” Mengene gitgide daralıyordu,ellerini boğazına sardı,açmaya çalıştı,nafile yere tırmalıyordu boğazını, köpek dövüşlerinde can çekişen mahluklara benziyordu; aciz.... Bir damla gözyaşı döküldü,süzüldü yanağına doğru,dudaklarına değdi,irkildi birden “sen..”dedi,bulmuştu kurtuluşu,dökülüvermişti ağzından kelimler “sen O’sun…Kim olduğunu biliyorum, imkansız...”kafasını salladı deliler gibi,tırnaklarını daha da batırdı boğazına,mengene açılıyordu yavaş yavaş,iyice batırdı tırnakları,kanlar süzülmeye başladı,içliği sırılsıklam olmuştu,kanla terin karışımı çok rahatsız ediyordu ki birden çırılçıplak olmayı diledi. Sıtma vurdu aniden vücuduna, irkildi…Yabancı tüm bunları hesaba katmamıştı, hâlbuki kolay bir iş almıştı, borcu tahsil edip, başka tahsilâtlar için bekleyecekti, milyonlarca vardı sırada daha, ama zamanını çalmıştı bu oğlan, sıkı çıkmıştı, gözyaşı her şeyi bozmuştu, tüm planlarını…”Borçlusun bana, diyet ödemen gerek…” tekrar tekrar aynı şeyi söylüyordu, 4.tekrarda anca anlayabildi yabancının kim olduğunu; bugün çarptığı bir insan değildi aslında, kanatları yoktu ama kim olduğunu biliyordu, iyi de bir insan nasıl olurda kutlu yaratıklara zarar verebilir… Düşündü çıkamadı içinden işin, yabancıya baktı, cesaretini toplamıştı artık, boğazı kurumuyordu, atıldı aniden “Nasıl olur? Bu imkânsız, nasıl sana zarar verebilirim ki? Kutlusun sen, ama gördüm yüzün kan içindeydi, kıpırdamıyordun, nasıl?” kafasını salladı, özrünün kabahatiyle oynadığı oyunu anlayıp sustu, iç çekip ağlamaya başladı, astım nöbeti geçiriyordu sanki… “Borçlandın bana,diyeti ödeyeceksin..” yabancının sesindeki tını değişince “ah” etti oğlan,anlamıştı artık borcunu ödemesi gerekiyordu… İste korktuğu başına gelmişti yabancının, yapmaması gerekeni yapmıştı oğlan, ikinci bir şans istemeyip, kaderine razı olmuştu, bu da gayrı ihtiyari ikinci bir şansı doğurmuştu, bazen anlayamıyordu rabbini, neden böyle bir emir vermişti ki, milyarlarca mahlûkat vardı, neden ikinci bir şans gerekliydi… İrkildi yabancı, sıtma nöbeti onu vurdu şimdi de, mesajı almıştı, buyrukların üzerinde kafa yormak onun haddi değildi, işini yapmak zorundaydı, tövbe edercesine gökyüzüne baktı… “Borçlandın bana, diyet ödenmeli” dedi yabancı, sesin tınısı tekrar değişmişti, daha uysaldı bu kez.”Ama amorti sana vurdu” dedi ve güldü…”Bu da demek oluyor ki ikinci bir hakkın var” kafasını sokak lambasına doğru çevirdi, eliyle ufak bir hareket yaptı ışık daha canlıydı sanki yaşamın ışığı gibi içten, tok, gür geliyordu artık…”Tek bir şansın var ki bu sefer dönüşü yok, ya yapacaksın ya diyeti ödeyeceksin… Seçim senin..." dedi ve devam etti "hayatını sana feda edebilecek birini bulursan, bu fedakârlığı istersen, isteyebilirsen, tekrar geleceksin dünyaya, aynı yerden devam edeceksin, hiçbir şey yokmuş gibi devam edeceksin, soru yok, cevap yok, sadece seçenekler var önünde, seçim senin…” Konuşmayı kestiğinde, oğlan idrak edememişti olan biteni, duvara bakıyordu, örümcek ağında çırpınıp duran sineğe kaymıştı gözü, kurtulamıyordu aptal yaratık, nasıl kurtulabilirdi ki? Bir elin çekip çıkarması lazımdı onu. Kutsal bir elin, Maradona geldi aklına birden, güldü, şu durumda bunu düşünmesine inanamıyordu… Gözü seğirmeye başladı, neler olduğunun, başındaki belanın farkına varınca döndü, pencerenin önündeki somyaya baktı, sokak lambasından gelen titrek ışık vuruyordu üstüne..Yalnızdı artık, kimse yoktu, soru yok,cevabı yok...

...Ayçiçeklerinin arasından sızıyordu güneş ki batmaya meyletmişti, derin bir nefesin ardından ufka baktı adam upuzun yolu kesti, nasıl bitecek diye düşündü, yorgundu üstelik. Ah bir bitse, angarya gibi geliyordu. 2 yıldır görmemişti ailesini özlemişti aslında ama yol gözünde büyüdükçe büyüyordu. Güneş rahatsız etmiyordu artık, tatlı bir mayhoşluk hakim oldu üzerine, kafasını salladı, irkildi. Araba kullanırken tehlikeli olabilirdi bu rehavet. Yola baktı yılan gibi kıvrılıyordu önünde, annesini düşündü akabinde ise annesinin küçükken anlattığı yılanların öcü’nü, güldü. Komikti çünkü; kadir inanırın acayip orta Anadolu aksanı takıldı aklına, tekrar güldü, sonra gözleri kapanır gibi oldu, başını salladı, kendine gelmesi gerekiyordu… Annesi kapının eşiğinde durmuş onu çağırıyordu, terlememesini, babasının evde olacağından söz ediyordu. Ne babası diye düşündü, babamlar Aydında değil miydi?..

Güneş odaya sızarken,sarhoş bir horoz vakitsiz ötmekle meşguldü. Terlemişti,gazetelerde gece terlemesinin sebebi lenfoma olabilir yazıyordu,geçen gün okumuştu,tedirginliği daha da artttı,hastalık hastası olan bünyesi bir vurgunu daha atlatamazdı muhtemelen..Gözlerini ovuşturdu,kalktı, gerindi,sırt kemikleri çatırdadı, orta çağ işkenceleri misali inletti odayı. Eşikten geçti,dışarı çıktı,bastı tulumbanın koluna “vıyk vıyk”layan tulumbanın sesi komiğine gitti güldü,çok olmuştu bu sesi unutalı.Şoruldadı birden, döküldü,eğildi avuçlarına aldı suyu,o anda sirin arkasına baktı yabancı oradaydı,panikledi geriye doğru sendeledi, nefesi kesildi. Etrafına baktı,konuşamıyordu,bağırmak istedi,çıkmıyordu kelimeler,mengeneyi düşündü,tanrım yine mi? diye iç geçirdi… Tekrar bakındı etrafına solunda güneş yükseliyordu, gözleri tahammül edemedi buna kıstı kapattı, ışıkta yoktu artık, arkasını döndü güneşe, sağına döndü, cesaretini topladı açtı gözlerini daha kuvvetliydi ışık ama rahatsız etmiyordu, anlamadı ilk önceleri, odakladı gözlerini, dikkat kesildi, annesi oradaydı karşısında durmuş gülümsüyordu ona. Işıkla taçlanmıştı etrafı, gülümsüyordu, sonra bastı kahkahayı, katıldı akabinde “kıh kıh” diye ses çıkartıyordu hanımcağız, adile naşitin kopyasıydı sanki…Birden havanın akciğerlerine dolmasına izin verdi,patlayacaktı sanki tüm vücudu, mengene boşalmıştı “anne..” diye inledi. Işıktan taç daha da kuvvetlendi, ama tahammül etmek daha da kolaylaştı, lakin o gülüş kayboldu, anlamıştı annesi, bir gariplik vardı. Cesaret edemedi ama tekrar gülümsedi, yanındaki iskemleyi gösterdi, kafasıyla oturmasını işaret etti. Koşarcasına gitti, kendi yürüyordu ama ruhu koşuyordu adeta, sarılmak ağlamak istedi, yapamadı, oturdu yanına, başladılar önlerinde uzayıp giden yolu izlemeye… Yılan gibiydi, ikisinde aklına yılanların öcü geldi, eş zamanlı olarak güldüler, kıh kıh’ladı yine anne, kadir inanır komik adamdı vesselam, oğlan döndü annesine, güldü, başını kucağına koydu, yere doğru kaydı bakışları, bok böceğini sırtlamış götüren karıncaya takıldı gözleri, güldü, hemen sonra bir damla yaş süzüldü gözünden…

İki gün geçmişti aradan, kimsecikler yoktu ortalıkta, ne gelen vardı,ne giden,yabancıdan eser yoktu…Cesaretlenmişti oğlan belki bırakmıştır peşimi diye düşündü,inanmak istedi... Onikiye geliyordu saat gitme vakti gelmişti, ertesi gün iş vardı ki yetişmek başlı başına bir sorundu zaten. Annesi bir köşede elişi yapıyordu geldiğinden beri ilk kez yüzü asılmıştı, ama o taç yok mu? hiç kaybolmamıştı etrafından, biricik oğlu gidiyordu bugün, kim bilir ne zaman gelirdi bir daha? Olsun o mutlu mesut olsun, sağlığı sıhhati yerinde olsun, gerisi mühim değildi, Allah’a onun canını oğluna bağışlaması için defalarca dua etmişti, ömrüne ömür katsın rabbim diye bakmıştı gök kubbeye defalarca…

Vakit gelmiş, Abbas yolcuydu artık, vedalaştı son kez öptü ikisinin elini, uzun uzun baktı ikisine de, birden aklına yabancı takıldı, sanki kapı eşiğinde durmuş onlara bakıyordu, gülümsüyordu sinsi sinsi, kafasını salladı, silkindi birden. Annesi gülüyordu yine, ağlamıyordu, garipsedi bu durumu, pek düşünmedi, durmadı üstünde. Babası ağlamaklıydı, habire tavuklara kızıyordu, yine sıçmışlardı her tarafa, oğluna bakmamak için zor tuttu kendini, sağına döndü, iki tavuk kovaladı, bu aradan istifade gözlerini sildi, döndü oğluna kızmaya başladı “Bir daha bu kadar erken gelme, araya 3–5 sene koy öle gel tamam mı?" iki tavuk daha nasibini aldı "Gaybanalar sıçtılar yine her yere..." ”Güldü oğlan,geldiğinden beri kaçıncı kez oynuyorlardı bu oyunu acaba merak etti. Döndü arabasına doğru yollandı, Ezilmiş yere takıldı gözleri, artık ezik değildi, şaşırdı, nasıl olur? diye geçirdi içinden, sonra son birkaç günde olanları düşününce ne kadar saçma sapan düşündüğüne kanaat getirdi. Arabanın kapısını açtı, tam giriyordu ki son kez kaldırdı kafasını baktı el salladı annesine, babası tavuklarla meşguldü. Aniden irkildi, ışıktan taç artık babasının da etrafını sarmıştı, tavuklara kızdıkça daha da bir parlıyordu… Güneş gözlükleri ıslandı aniden, çıkarmadı ama kirpiklerini kırptıkça silecek misali temizleniyordu gözlükler… Bindi arabaya, gaza bastı, çevirdi arabanın burnunu hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, ağladıkça gazı köklüyordu, diyet vakti gelmişti… Anne hala gülüyordu, maşrapada ki suyu döktü, gülümseme kaybolmadı lakin dudaklarından, iskemleye oturdu, başladı oğlunu seyretmeye, yol uzundu, yılan gibi kıvrılıyordu, yılanların öcü geldi aklına, kıh kıh’lamaya başladı yine, tavuklarla savaşını sonlandıran baba da oturdu yanına, güneş parlıyordu tepelerinde ama onlar kadar değil, alev alevdiler sanki. “Rabbim benim ömrümü ona bağışlasın, bey!” bir damla aktı dudaklarına, tuzlu bi tat bıraktı ağzında, gülümsedi… “Âmin, hanım âmin!” sildi gözlerini, hıçkırmıştı sanki kendi bile fark etmedi ama yaşlar süzülüyordu oluk oluk…

...Ayçiçeklerinin arasından sızıyordu güneş ki batmaya meyletmişti, derin bir nefesin ardından ufka baktı adam upuzun yolu kesti, nasıl bitecek diye düşündü, yorgundu üstelik. Ah bir bitse, angarya gibi geliyordu. 2 yıldır görmemişti ailesini özlemişti aslında ama yol gözünde büyüdükçe büyüyordu. Güneş rahatsız etmiyordu artık, tatlı bir mayhoşluk hakim oldu üzerine, kafasını salladı, irkildi. Araba kullanırken tehlikeli olabilirdi bu rehavet. Yola baktı yılan gibi kıvrılıyordu önünde, annesini düşündü akabinde ise annesinin küçükken anlattığı yılanların öcü’nü, güldü. Komikti çünkü; kadir inanırın acayip orta Anadolu aksanı takıldı aklına, tekrar güldü, sonra gözleri kapanır gibi oldu, başını salladı, kendine gelmesi gerekiyordu… Annesi kapının eşiğinde durmuş onu çağırıyordu, terlememesini, babasının evde olacağından söz ediyordu. Ne babası diye düşündü, babamlar Aydında değil miydi?..
Tüm bunları düşünürken ne uyuyordu, ne de dalıp gitmişti, bilinci yerindeydi, gülüyordu annesini taklit ediyordu, babasının tavukları geliyordu aklına, kadir inanırda komik adamdı vesselam, kıh kıh’lıyordu.. Gazı kökleyip kahkahalar atıyordu,kadir inanır da komik adamdı vesselam...Kahkahalar kıvrılan yolda beliren siluetle son buldu, kim olduğunu biliyordu,artık uyku yoktu, dikkatsizlik vs hepsini hasır altı edip durdurdu arabayı.Dikildi yabancının karşısına,diyet ödenmeliydi. Seçenekler vardı ama tercih yapabilecek durumu yoktu, nasıl isterdi anne babasından canlarını feda etmesini, o kadar aşağılık olamazdı, deli dumrulu düşündü, aynı durum lan! dedi, kahkaha atmaya başladı, bir süre sonra kahkahalar kıh kıh’ lara döndü… Yabancı son verdi kahkahalara “Evet dedi post-modern deli dumrulsun,hem tarih tekerrürden ibaret değil midir ki? İronik...Kelime buydu sanırım, evet oldukça ironik, medeniyet "hastası" değil mi bu kelimenin?” güldü ve devam etti “Borçlandın bana,diyet ödenmeli…” Güldü oğlan. “Hazırım, benim canımı alacaksın”dedi… “Borçlandın bana, diyet ödenmeli…” yabancı, takılmış plağı oynuyordu adeta, sürekli aynı kelimeler “Borçlandın bana, diyet ödenmeli…” Siniri bozuluyordu oğlanın, kaybedeceği ne kalmıştı ki artık “Yeter! Diyet ödenecek” diye atıldı…Yabancının gözleri parladı aniden, güneşin ışıkları gelmez oldu bir süre, yabancının boyu devasa boyutlara ulaştı, gülümsemeye başladı, günebakanlar nereye döneceklerini şaşırmış serseri mayın misali savruluyorlardı, toz toprak iç içeydi, oğlan korkmuyordu lakin, bilinmez gelecekti elbet, sadece acısız olmasını umuyordu. O toz toprak içinde yabancıyı aradı gözleri, buldu sonunda, yabancı da dikmiş gözlerini ona bakıyordu. Karşısındaki yabancı değildi lakin, başka birisi vardı orada, kutlu, devasa bir kütle, birden kanatlar beliriverdi, ve evet bir meleğe dair asıl işaret şimdi belirdi diye geçirdi içinden. Meleğin gözlerine dikkat kesildi, çeşitli siluetler beliriyordu ardın sıra, kimileri tanıdık geliyor, insani biçimleri andırıyor, kimileri ise sanki bu dünyadan değilmiş gibi geliyordu. İyice dikkat kesildi, aniden irkildi; bir ev, iki iskemle, iki insana ait şekil belirdi gözlerinde meleğin, kıvrılan yola bakıyorlardı, gülüyordu kısa boylu olan, uzun olanı ise ağlıyordu hıçkıra hıçkıra, birden sağına dönüp tavuklara kışt diyordu, ayağa kalkıp kovalamak istiyordu ama kalkamadı, kısa olan elinden yakalayıverdi, tuttu sımsıkı, bırakmadı. Üstelemedi diğeri, kabullenmişti durumu. Yola baktılar beraberce, biri kahkahalar atıyor diğeri hıçkırıyordu. İkisinin de etrafı ışıklarla çevriliydi, taçlanmış bekliyorlardı. Derken yabancı bir siluet belirdi arkalarında, ellerini ikisininde omzuna koydu “Hadi…” dedi, uzun olan çıkıştı “Niye geç kaldın? Hiç kimse umursamıyor bizi, yaşlılara hürmet hiç yok hiç. Kışşt! Gaybana anderler sizi sıçtınız her tarafa…”. Yabancı gülümsedi “Kusuruma bakmayın, hep geç kalırım ben zaten, affet beni amcacım…”.Kısa olan konuşmadı, gülümsedi sadece, kadir inanır komik adamdı vesselam…
Soluğu kesildi oğlanın anlamıştı her şeyi diyet ödenmişti, mengene yoktu bu sefer ama yine de nefes alamıyordu, tırnaklarını boğazına geçirdi, kazımaya başladı,terle kan birleşti,sırılsıklam oldu gömleği,ah bir gömleği çıkartabilseydi…

...Ayçiçeklerinin arasından sızıyordu güneş ki batmaya meyletmişti, derin bir nefesin ardından ufka baktı adam, upuzun yolu kesti, nasıl bitecek diye düşündü, yorgundu üstelik. Ah bir bitse, angarya gibi geliyordu. 2 yıldır görmemişti ailesini özlemişti aslında ama yol gözünde büyüdükçe büyüyordu. Güneş rahatsız etmiyordu artık, tatlı bir mayhoşluk hakim oldu üzerine, kafasını salladı, irkildi. Araba kullanırken tehlikeli olabilirdi bu rehavet. Yola baktı yılan gibi kıvrılıyordu önünde, annesini düşündü, akabinde ise annesinin küçükken anlattığı yılanların öcü’nü, güldü. Komikti çünkü; kadir inanırın acayip orta Anadolu aksanı takıldı aklına, tekrar güldü, sonra gözleri kapanır gibi oldu, başını salladı, kendine gelmesi gerekiyordu… Annesi kapının eşiğinde durmuş onu çağırıyordu, terlememesini, babasının evde olacağından söz ediyordu. Ne babası diye düşündü, babamlar Aydında değil miydi?.. Uyandı güneş tam da gözlerinin içine işliyordu, sağa bir ağacın altına çekmişti arabayı, ne kadar zamandır uyuduğunu tahmin etmeye çalıştı. Vazgeçti sonra, yarın iş vardı, yetişmesi gerekiyordu… Kontağı çevirdi, bastı gaza, tam yola çıkıyordu ki gelen cep telefonuyla irkildi, nefesi kesildi nedenini anlamaya çalışırken, aniden boğazı kurudu, yutkunamaz oldu, tükürüğünü yuttu. Silkindi gözlerini ovuşturdu. Telefon hala çalıyordu, ekrana baktı kimin aradığını anlamak için telefonu uzaklaştırdı gözlerinden… Arayan köyün muhtarıydı…

Read more...

  © Blogger template Brownium by Ourblogtemplates.com 2009

Back to TOP