Fil Yorgunluğu

iş bu sözleşme ile potansiyelinizin kısıtlı olmasına bakmaksızın yazma,çizme hususundaki ısrarlarınızı görüp, bunu nüktedanlığın sınırlarına vurarak hem acıma hem saygıyla karşılayıp-yedim ama beğenmedim- akabinde gösterrmiş olduğunuz çabalardan ötürü ve/veya ornitorenklerin evcilleştirilmesi hususundaki çabalarınıza istinaden, yetkin bir mühendis olma yolundaki çablarınızı hoşgörüyor ama yazmanın çizmenin size bir arpa boyu kadar yarar sağlamayacağı TC 1545 sayılı kanun hükmünde kararnamesiyle belirlenmiş olup, gereğinin yine şahsın kendi tarafından yapılması uygun görülmüştür.

İmza
Devletlü Padişahım Çok Yaşa Kayı Boyu

Paraf
Bat dünya bat. Şarkısı kaldı yarıda, aklı kaldı karıda. Sebep olanın ocağı batsın.

başka yer başka zaman

8 Mayıs 2008 Perşembe

..zamanın ve farklı coğrafyaların saçlarında ve dudaklarında bıraktığı buruklukla beraber tırmandım yokuşu. izmiri andırıyordu rüzgar ama değildi ona ait. daha yaşlı dul bir kadının nefesinden bozmaydı sanki. suratıma vuruyordu ki ilk kez sevişen bir delikanlı gibi soğuk terler boşalıyordu vücudumdan. ellerime baktım, tırnaklarım mosmor,titriyorlar. ilacın etkisi var mıydı, bilmiyorum. düşünmüyorum umrumda da değil artık kimyasalların karaciğerdeki tahribatı. yürüyorum, tırmanıyorum yokuşu...

yeditepe vardı şehirde,bunların en paçoz,en pasaklısına tırmanıyordum anahtar elimde. ayakkabım vuruyordu. yeni tamir ettirmiştim üstelik. 7 yama dikmişti hacı amca. pot duruyordu ama hoşuma gitmişti. bilemedim yokuş tırmanırken zorluk çıkaracağını. ağzımdan çıkan buharlar gözlüğüme vuruyordu. sorun değil hava soğuk ve yorucu.umrumda değil lakin.
is kokusu tepeye kadar varmış. yaktı boğazımı. yutkundum. başka yer ve başka zaman, arzulanan aidiyetsizlik. imkanı olmalıydı. zamanın elinden kurtulmak için çabalıyordum. değişmek için. hatalar, nefret, sevgisizlik için farklı şeyler sundum. nefes alabilmek için şans yaratmaktı arzum.

yolun sonu; dul kadın gitmiş yerini yeni yetme genç kız almıştı. farklı esiyordu burda rüzgar; daha sert, coşkulu, esmek, insanın suratını ısırmak için can atıyordu. gülümseyip dedemin atkısına iyice sarınmaktan başka yapacağım hiçbir şey yoktu.

atkıdan sekip suratıma çarpan nefesim hem boğuyor hem de buz kesmiş suratımı daha beter ısırıyordu. çıkardım elimi parkamın içinden. avucumdaki metal anahtar buz kesmişdi. mosmordu parmaklarım. umursamaddım.tüm şehir yatıyordu ayaklarımın altında, serilmişti tüm istanbul. sadece muhafazakar olan tarafı ama; gülmenin utanç olduğu coğrafya. avucumdaki anahtara tekrar baktım. gülemedim ama. istedim ama yapamadım.

bıraktım,kaydı avuçlarımın arasından boşluğa. bakmadım arkasından,istedim ama bakamadım.

başka yer başka zaman.

bir şansım olsun!

Read more...

Kutu

1 Ocak 2008 Salı

Kusmayı hiç bu kadar arzulamamıştım. İçimde ne var ne yok gitsin istiyorum; iç organlarım, kalbim, böbreğim, dalağım, ağırlık yapan ne varsa, bana ait yüzler, maskeler, içimi kim dolduruyorsa bıraksın,gitsin. Kuklamı yine ben oynatayım,dokunmasın kimse, çekmesin iskele-sancak, silkelemesin...

Ciddiyim,içimdeki civaya benzer ağırlık yok olup gitmeli, kör karanlığın albenisi gayet hoş, belki o zaman kısmen de olsa hissedebilirim rüzgarı. Aerodinamiği bilmek değil, yaşamak istiyorum. Kanatlanıp uçup,milimetrik hareketlere müdahil,sortilere sebep olmayı...

Şimdi ne varsa yok olsun bana dair, miligramlarla yaşamanın angaryasını kusup hafiflemek; neysem o olmak. Mütemadiyen dönmek, aynı anda hem mevlevi hem de sefa pezevengi olmak istiyorum. Azad edilmek vücud-u beşerden, parmak uçlarımda salınmak, yüzmek istiyorum. Sihirli lambam olsun, içinde minicik cinler ardınsıra sorsun üç dileğimi. Hep aynı cevabı vermeyi; " Tüm dileklerim gerçek olsa ya..." Burun kıvıran cinlere iki şamar patlatıp "Sus lan! Terbiyesiz, I am master of puppets" diyeyim, el pençe divan dursunlar otuz iki kısım tekmili birden. Dilek ve isteklerimi yerine getirmekiçin form uzatsınlar, bir diğeri dilek ve şikayet kutusunu taşısın, sadece ayakları gözüksün; yürüyen dilekler... İnceden patlatayım kahkahayı ama su koyvermeden, aşırıya kaçıp rencide etmemek lazım sebi-sübyanları. Birden yazı dili değişsin, saçma sapan bir hal alsın metin. "Kusmanın da uslubu mu olur?" serzenişlerine kulak kabartıp aynı zamanla serçe parmağım-lan mesh eder gibi tıkıyorum kulağımı ki duymamalı hiçbir şey. İlk dileğimi yazıyorum, yazarken de okuyorum dilekçenin muhteviyatını. Yukarıda ortada "Sihirli Lamba İstek ve Arzu Kontrol Departmanı Daire Başkanlığına" yazıyor. Gülüyorum, iki gün önce istifa mektubunu yazmış bir adam için ne kadar trajikomik bir tablodur tanık olduğum. Yalnız tanık değil, aslında tanık doğru nitelendirme değil. Müdahildim ben, birinci tekil?

İstek formu demiştim ama daha çok dilekçe formatı vardı kağıtta. Kağıtta değildi ya zaten yazdığım; parşömen ve papirüsden lakayıt bir kolaj. Yazdım... Kalem benim elime tutuşturulmuştu lakin yazan ben değildim, yani sanırım. Cinlerin en küçüğü ayaklarımın dibine uzanmış uyukluyordu, en azından öyle görünüyordu. Kimse uyurken gülümsemez ki. Ya bebekler?.. Ayaklarıma gözüm ilişti,çıplaktı. Çoraplarımı yastık yapmıştı ufaklık, tek eli sağ ayak başparmağımı çekiştiriyor, sol eliyle ise sanki bir şeyler karalıyordu. Sol elin raksına dikkat kesilince kimin katip olduğunu anladım. Dilek bana aitti ama bunu üst makamlara iletmek için gerekeni bana yaptırmıyorlardı. Güldüm, anlık rehavetin ardından ki Asım Can Gündüz'ü canlı izlemiş gibi şendim. Devam ettim yazmaya, aslında ufaklık devam etti. Kıkırdadı başlamadan önce, iki satır karaladı ki uyandı tavşan uykusundan. Bu sefer gülme sırası bendeydi, daha doğrusu kıkırdama. Taklit etmeye çalışıyordum lakin ince perdeden sesler sorun teşkil ediyordu keza ne eğitimim ne de yeteneğim vardı. Anladı sorunumuzu, gülümsedi ses çıkarmadan. Artık o beni taklit ediyordu, eşlik ettim. Birden etrafıma bakınma ihtiyacı hissettim ki yine kendi irademle alakası olmayan kararlar veriyordum, ufaklık yaptırıyordu, emindim. İrili ufaklı tüm cinler birbirini taklit ediyordu, ben de onları. O anda kim varsa orada -ki mekan kavramından bihaberdim- cin, peri, melek vs herkesin ağzı kulaklarına mandalla tutuşturulmuştu sanki. Küçük dilleri görebiliyordum; 1, 2, 4, 8, 15 en son 30'u gördüm ve pes ettim. Hem cinlerin küçük dili olur mu hiç? Peki benim saydığım neydi? Dikkat kesildim,baktım,göremedim. Canım sıkıldı,miyoptum ama kör değil. Elimi cebime attım, neden diye sormayın çünkü bilmiyorum, muhtemelen ufaklığın parmağı var keza hala sağ ayak başparmağımı çekiştiriyordu. Plastik,düzgün,kavisli... Çıkardım elimi cebimden; büyüteç. Bıraktı parmağımı ufaklık, gözlerini pörtletti, açtı ağzını sonuna kadar. "Al işte sana küçük dil" der gibi çemkirdi suratıma, mimikten soyutlayıp yaptı herşeyi. İçime oturdu, üzüldüm, uzattım büyüteci,baktım ta derinlere, buldum. Bir buçuk milimetre civarındaydı boyu,yere çömelmiş birini bekliyor gibi bir hali vardı ki muhtemelen o şahsiyet bendim sanırım. Yanında neredeyse boyu kadar bir kutu vardı. Times New Roman, bilmem kaç puntolu "Dilek ve Şikayet Kutusu" yazıyordu üstünde. Geldiğimi görünce telaşlandı, bir elini yere diğerini dizine atıp doğruldu, silkeledi üstünü. "Nerede kaldın yahu ihtiyar!" dedi. Demedi aslında, kaşlarında ki çatıklıktan anladım. Cevap veremedim,utandım. "Ben seni küçük dil sandım" diyemedim. "Ufaklığın ufaklığıyım ben" dedi,yani demedi de yine ben leb demeden leblebi beklentisini çıkarıverdim. Dört dörtlük;4/4... Sağına döndü, kutuyu iteklemeye başladı, önüme kadar sürükledi, doğruldu. Baktı suratıma, gülümsedi; "Al o vakit ilk dileğin, hayrını gör ihtiyar!" demedi. Aldım kutuyu, sağını solunu yokladım. Anahtarları üstünde ama kilitliydi. İnce ahşap bir işleme vardı üzerinde, sağ alt köşesine kelebek şekli verilmişti ama anlaşılmıyordu doğrusu. Post-modern ahşap işlemesine ilk kez tanık oluyordum. Kelebeğin işlendiği sağ alt köşeden dikey doğrultuda sarmaşıklar işlenmişti; dikensiz, zararsız. Sarmaşın sağından solundan leylaklar dökülüyordu. Su damlasını andırıyorlardı ama pek hoşuma gittiğini söyleyemem. Sarmaşığın filiz verdiği sağ üst köşede ise henüz kozasını tamamlamamış ezgin bir tırtıl işlenmişti. Tersten örmeye başlamıştı kozasını ki sıkışıp kalmış, U şeklini almıştı. İçin için kendini yiyor, debelenip,kurtulmaya çalışıyordu ama pek bi' faydasızdı çabası. Ömür boyu orada kalacaktı. Metamorfozu imkansızdı artık. İmkansızı düşlemek ne kadar yorar insanı? Samsa görse ne ah ederdi...

Kilidi açmaya niyetlendim, kavradım anahtarı lakin açmadım kutuyu. Saçma olan bir şey vardı ortada. Bir anahtara karşılık üç tane anahtarlık vardı. Anahtarlar yekpare birbirine bağlıydı; Eyfel ve Pisa Kulesi, İspanya Kralı Bilmem Kaçıncı Juan Carlos'un kellesinin bulunduğu kabartma. Tam tersi olmalıydı; üç anahtar, bir anahtarlık. Angaryadan amma da hoşlanıyordu bu ufak yaratıklar. Üzerinde durmadım, aslolan ben, benim dileğimdi. Son kez kelebeğe bir bakış attıktan sonra çevirdim anahtarı...

Ve açıldı kutu... Hafif bir aydınlanmanın peşi sıra gelen sınır çizgisi belirsiz karanlık... Çekindim lakin uzattım elimi karanlığa, önce hiç, sonra kağıda benzer bir cisim geldi elime, kavradım çektim dışarı. Açtım kıvrımlarını, saman kağıdıydı, yer yer deforme olmuştu ama yazı yeterince okunaklıydı,okudum; "Sihirli Lamba İstek ve Arzu Kontrol Departmanı Daire Başkanlığına" , güldüm. Kim bilir hangi "keşkecinin" dedim içimden. Tam buruşturup yere atıyordum ki zavallının dileği neymiş bi' bakayım dedim ya bakmaz olaydım. Okudum, dakikalarca okudum, defalarca okudum. Tanıdık cümlelerdi, her kelimesi, noktası, virgülü aşinaydı. Kelimelerin dizilişi, nokta ve virgüllerin lokasyonu, tanıdıktı hepsi, defalarca okumuştum sanki. Yazanın kim olduğunu ve ne zaman yazıldığını biliyordum. Birinci tekildim ki ben...

İlk şoku atlattıktan, kağıdı ütüleyip, dosyalıktan sonra attım elimi tekrar karanlığa,aradım,taradım bir süre. Buldum,bir tane de değildi üstelik. Diğer elimi de daldırdım karanlığa, avuçladım buruşuk kağıt toplarını, çektim kendi kıta sahanlığıma. Açtım, okudum, iç geçirdim, ağladım... Ütüleyip, dosyalamak; oldum olası kaçamadım angaryadan. Mütemadiyen tekrarladım aynı rutini, ütünün suyu bitti, gözyaşlarım buhar oldu kağıtlara. Sonsuz değillerdi lakin...

Gözlerim kurudu, şeffaf dosyalarm bitti ya ben de tükendim. Sağıma soluma bakındım, dosyaların arasında sıkışıp kalmışım. Önümde ki kutu ise iyice büyümüş, insan boyutlarını zorluyordu artık. Son kez daldırdım elimi, arandım, bulamadım. Yetmedi sağ elim de eşlik etti, arandım, hiç! Yoktu hiçbir şey. Çektim ellerimi, gözlerim kan çanağı oldu, ellerim mütemadiyen titremekte. Lanet saydım miligramlara. 500,750,1000... Tuttum nefesimi, ellerimin titremesi geçti bir süreliğine, sonra belirdi yaşlar gözümde, attım kendimi içeri...

Düşüyordum kör karanlığa demek isterdim lakin o klişe gerçekleşmedi. Gayet yürüyordum zifiri karanlıkta. Dördüncü boyuttan soyutlanmıştı sanırım kutu, ne kadar zaman orada kaldım ve yürüdüm, bilmiyorum. Bir süre sonra sağa yöneldim, sebebi derinden gelen mekanik bir sesti. Yürüdüm, kulak kabarttım. Deklanşör sesine benziyordu. Adımlarım hızlandı. Sarhoş değildim halbuki, hiç bu kadar hızlı yürüdüğümü hatırlamıyorum. Koşmaya çalıştım, vazgeçtim sonra; klişelerden cidden hazetmem. Zifiri karanlık kaybolmaya başladı, ince bir aydınlık hakim oldu kutuya, bakındım etrafa. Sonu görünmeyen bir koridordu yürüdüğüm -al buyur; klişe. Sağda solda harfler asılıydı duvarlara, düzensizdi lakin. Yürüdüm, ses mütemadiyen devam ediyordu ki deklanşör sesi olduğuna emindim. Bi' vakit sonra sol taraftaki harfler yokoluverdi ve yerini notalara bıraktı; minör, alçalan, yükselen seriler, anahtarlar vs. Gayrı ihtiyari sola yaklaştım, uzattım kıkırdağı, dinledim. Tanıdık bir ses yine tanıdık bir şarkı mırıldanıyordu. Çözemedim, iyice yanaşdım duvara, ince do'nun yanına demir attım kepçeyi ve dinledim. Evreka! Şarkının ne olduğunu ve neler anlattığını algılayabiliyordum lakin isimlendirmek, kelimlere dökmek imkansızdı. Yükseldim, yürümüyordum artık, parmak uçlarım bilmem kaç santim havada yüzüyordum adeta. Güldüm ama kısa sürdü bu gülümseme. Şarkının sadece tek kelimesi kalmıştı aklımda; " simplicity". Gülemedim, ağlamadım da, durdum öylece, bekledim... Sonra silkindim, yere inmeye çalıştım, olmadı. Bekledim dakikalarca. Nefes almak o kadar zordu ki, çarpıntım başladı; güm güm güm. Kalp çarpıntısı için ne lakayıt bir efekt. Ölmek üzeresin halbuki... Derken deklanşörün sesi sarstı bedenimi, ciğerlerim patlarcasına çektim havayı içime, alveoller bayram etmiştir.

Hala havadaydım, yere deymiyordu ayaklarım. Sol duvardan destek aldım, ittim kendimi boşluğa doğru. Fazla itmişim, sağ duvarda asılı M' ye tosladım. Fazla acı hissettiğimi söyleyemem lakin dikkatimin sağa meylettiği bir gerçek. Bu sefer seslerin kaynağı sağ duvardı. Yanaştım, kulağımı M' nin yanına soteledim ve dinledim. Sesler tanıdıktı elbette ama yine de bir gariplik vardı. İnsanı andırmıyordu konuşan, ne dediğini anlıyordum ama bunu nasıl yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yok. Derken tüm söylenenler arasından sadece bir kelimeyi seçebildim; " elma" ve ardından taş zemini döverek uzaklaşan sekiz ayağın ritmik ve aceleci sesi. Halbuki konuşan yalnızdı...

Dikkatimi koridorun sonuna çeken yine deklanşörün mekanik sesi oldu. Bu sefer daha temkinli davranıp, duvardan kontrollüce destek alarak salınıverdim koridor boyunca ve bir an sonra havada adım atarken buldum kendimi. Deklanşörün sesi giderek daha yakından gelmeye başladı ve ben iyice hızlandım. Koridorda ışık vardı ama nedense etraf bir türlü siyah-beyaz fotoğraf atmosferinden kurtulamıyordu. Tanıdık gibiydi, aynı zamanda hayatımda ilk kez bakıyordum o kareye.

Son gelen ses çok yakından gelmişti ama ben devam ettim, yürüdüm. Yürüdüm ta ki ses arkamda kalana dek. Sol arkamdan geldi sonuncusu, döndüm ki bu kolay olmadı; malum insan her vakit astronot deneyimi yaşayamıyor. Devam ettim yürümeye, tekrar geldi aynı ses. Kaldırdım kafamı, baktım soldaki açıklığa. Es vermişti duvar, ses tekrar geldi, attım kendimi içeri. On metrekare var yoktu oda, bakındım sağa sola. Girişin tam karşısında tahta bir sandalyenin üzerinde oturmaktan ziyade dizlerini karnına çekip tünemiş, çenesi dizlerinde alttan alttan beni süzen ne çok yaşlı ne de çok genç bir kadın vardı ki önünde masada duran daktilo ile beraber arzuhalciye benziyordu. Nasıl? "Bu yaşta, üstelik kadın arzuhalci mi olur yahu?" dedim içimden, öyle ya arzuhalci dediğin emekli olur, dede olur. Duymuş, gülümsedi. "Geç kaldın yine" dedi, daha doğrusu konuşmadı ama ben anlarım. Cevap veremedim. Sustum, bakındım etrafa. Oda kitap ve taş plaklarla doluydu. Neredeyse hepsi mum eriyiklerine bulanmıştı. Tozlanmasınlar diye özellikle örtülmüştü sanki. "Çok güzel" diye iç geçirmiştim ki " Senin eserin..." dedi, anlayamadım. Üstelercesine bakışlarını sertleştirdi. Paragraflarca konuşmuştu iki saniye boyunca. Anladım... Neden orada olduğumu? Duvarların ne anlam içerdiğini? Es veren duvarları, o odanın benim için neler betimlediğini? Ve arzuhalcinin kim olduğunu?

Yaklaştım masaya, iki elini yumruk yapıp bana uzattı. Ellerinin ne ihtiva ettiğini biliyordum ama yapamadım, tutamadım ellerini, gözlerimi kapadım ve bekledim kaybolur umuduyla. Zaman? Çok mu önemi vardı ? Sonsuza kadar öyle kalabilirdim, yeter ki kaybolsun. Kendime getiren yine lanet deklanşördü. Açtım gözlerimi, ışığa alışmak biraz güç oldu. Karşımda öylece duruyordu, milim hareket etmemiş, konumunu değiştirmemişti. Tek değişiklik masanın önünde duran kağıtların artık ıslak olmasıydı ki ağlamıştı. Kötü hissettim kendimi. Kendini suçlarcasına bakıyordu bana, kafamı salladım "hayır, asla" demek istedim, olmadı. Daha da yaklaştım uzattım ellerimi, dokundum. Dokunur dokunmaz sendeledim. İlacımı almamıştım sanırım. Küfrettim, sövüp saydım kendime. Bakışları değişti, şevkat taşıyordu artık. Zayıflığımın farkına varmıştı ya korktuğum da buydu. Önemli değil gibilerinden salladım başımı, tekrar uzattım ellerimi. Elindeki buruşuk kağıdı turuşturdu, çok üzgünüm dercesine başını salladı. Aldım, kıvrımlarını düzelttim ve okudum; "...Bilmem Ne Daire Başkanlığına"

Konuşmak istedim, önce olmadı konuşturmadı beni. Sonra zorlanarak, sıtma vurmuş gibi titrercesine çıktı, döküldü kelimeler; " Bana bir şans tanı...", dört kelime, sadece dört kelimelik bir istek, ne kadar basit ve ne kadar zor. Öylece baktım zekanın somutlaşmış haline ve elbette ki konuşamadım. Elimi cebime attım ve mum eriyikleriyle kaplı cisimciği çıkardım; matruşkası içinde. Uzattım tuttum elini, ufak bir titreme nöbetinin ardından bıraktım avucuna ve uzaklaştım.

Yap-boz tamamlanmıştı artık. Elimde son buruşuk kağıt koşar adım çıktım, her yer ışık!.. Kilitledim kutuyu, anahtarları üstündeki aralıktan içeri attım. Yere düşüp çıkaracağı sesi bekledim, dua ettim uzaklaşıp, kaybolmasın diye. Sesi bekledim, ses yok! Kustum...

Read more...

  © Blogger template Brownium by Ourblogtemplates.com 2009

Back to TOP